Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri diyor ki:
"ORDU, DİZGİNİNİ O DEHŞETLİ ŞAHSIN ELİNDEN KURTARACAK"
1908 II. Meşrutiyet Hürriyet inkılabında ordunun müsbet tavır gösterdiğini beyan eden Üstad der ki:
“Hem geçen inkılab-ı azîmde ordu ve ülemanın "Meşrutiyet, şeriata müsteniddir" diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılab, inkılabların kaide-i tabiiyesini hark ile, şeriatın tesir-i mu’cizanesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir.” Divan-ı Harb-i Örfi ( 39 )
Askeriyenin hürriyetleri kısıtlamak değil, kullanılmasına çalışması vatanperverliği gereğidir. Ordu menfi maksatlara âlet edilmemelidir.
İkinci Meşrutiyet devresinde ve Birinci Dünya Savaşında çok yararlı hizmetler gören orduya senakâr ifadeler kullanan Bediüzzaman Hazretleri sonra da der ki:
“Eski Said’in İttihad Terakki komitesine şiddet-i muhalefetiyle beraber, onların hükûmetine ve bilhâssa orduya karşı tarafgirane yüksek takdiratı ve iltizamları ise, bir hiss-i kabl-el vuku ile -yağı içinde bulunan- o cemaat-ı askeriyede ve o cem’iyet-i milliyede bir milyona yakın ve evliya mertebesinde olan şüheda, altı-yedi sene sonra tezahür edeceğini hissetmiş. İhtiyarsız olarak, meşrebine muhalif onlara dört sene tarafgir bulunmuş.
Sâbık Harb-i Umumî çalkamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü.
Yeni Said dahi Eski Said’e muhalefet edip yine mücahedesine döndü.” Kastamonu Lahikası ( 80 )
TÜRK MİLLETİ ORDUDUR
Harp sonrası şekillendirilen Türkiyede, milletin bin yıllık yapısının değiştirilmek istenmiş ve maalesef bu inkılaplarda ordudan destekleyici güç olarak istifade edilmiştir.
İşte bu devrelerde Risale-i Nurlar telif edilmiş ve Üstad Hazretleri Türk Milletinin İslamı bırakmayacağını tereddütsüz ifade etmiştir. Bu hakikat şöyle ifade edilmiştir:
“Üstad, Risale-i Nuru te’lif ederken, Kur’anın i’cazî lem’aları olan bu eserlerin, her taife-i insaniyede inkişaf edeceğini; dinsizliğin, memleketimizi istilâsına mani olacağını; memleket ve millet için bir sedd-i Kur’anî vazifesini göreceğini; Risale-i Nur hizmetinin umumiyet kesbedip, Türk Milletinin yine İslâmiyetin kahraman bir ordusu ve fedakârı olacağını; Risale-i Nurun neşri ve ileride resmen intişarı, milletçe benimsenmesi ve maarif dairesinin hakikat-ı Kur’aniyeye yapışması neticesi:
Maddeten ve manen milletin terakki edeceğini, İslâmiyetin büyük kuvvet bulacağını zikretmiştir.”
Devamla bu dini hissiyatın canlanmasında Risalelerin vazife yaptığı ifade edilmiştir. Şöyle ki:
“Risale-i Nur; bir alemdir, ünvandır. Bu zamanda zuhur eden Kur’anî hakikatler manzumesidir. Necip Milletimizin, insaniyet-i kübra olan İslâmiyete sarılması, yepyeni bir ruh ve taze bir iman aşkı ve heyecanı içinde uyanmasının ifadesidir.
İçinde bulunduğumuz asrın değiştirdiği hayat şartları ve yeni bir dünya nizamı ve görüşü karşısında imanın tahkim ve takviyesi ile feveran eden hamiyet-i İslâmiyenin manasıdır.
Mütenebbih, kalbleri îman ve muhabbet-i Nebevî ile coşkun ve cihan – değer şeref-i intisabiyle serefraz fedakârların yetişmesi ve bu milletin mazisine mütenasip kahramanlığı, yüksek iman ve ahlâkı izhar etmesi işaretidir.” (T:28)
Risale-i Nurla yapılan iman ve Kur’an hizmetine mani olmak için Hazreti Üstadın Kürdistanda doğması nazara verilerek Türklerin istifadesine engel olmak isteniyordu. Bunlara karşı Bediüzzaman Hazretlerinin cevabı şudur:
“Ey efendiler! Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan‘da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sâdık ve en hâlis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan; bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk Milletine hizmet ettiğimi, hakikî ve civanmerd bin Türk gençlerini işhad edebilirim.” (T:229)
Bu bahiste de Türk milletini ordu olarak görmektedir.
TÜRKLER İSLÂM ALEMİNİN DE ORDUSUDUR
Üstad Hazretleri, Risale-i Nurların bu memlekete kazandırdığı ikinci büyük kazancı şöyle açıklar:
“Bin seneden beri İslâmiyet’in kahraman bir ordusu ve bayraktarı olan Türk milletine âlem-i İslâm’ın adavetini izale etmek, Türkler yine eskisi gibi İslâmiyet’in kahramanıdırlar kanaatını verdirmektir. Bu suretle dörtyüz milyon hakikî kardeşleri bu millete kazandırmakla saadet-i hayatiyesine en ehemmiyetli bir hizmeti îfa eylemektir ki, Risale-i Nur iman hakikatlarını bu vatanda neşrederek bu azîm faideyi fiilen göstermiştir.” Emirdağ Lahikası-2 (196)
CHP genel sekreterine yazılan bir ikaz mektubunda deniliyor ki:
“Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz.” Tarihçe-i Hayat (506)
Yine aynı mektubun devamında CHP Genel Sekreterine deniliyor ki:
“İkinci cereyan: Eğer siz hamiyetperver, milliyetperver adamlar gibi, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılab namındaki yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurlar millete verilse, o vakit üç-dört adamın üç-dört seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılabçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.” Tarihçe-i Hayat (507)
Devrimleri yapan ve kendilerini milli şef ilan eden şahısların zaferdeki hisseleri pez az olduğu ifade edilmiştir.
MENFİ REJİME DEVAMLI HİZMET EDİLMEYECEK !
1944’de Denizli Mahkemesinde yapılan müdaafadan bir kısım:
“Hem en acibi budur ki; başka mahkemenin müddeiumumîsi benden sordu:
"Mahrem Beşinci Şua’da demişsin:
“Ordu, dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak.”
Muradın, orduyu hükûmete karşı itaatsizliğe sevketmektir." Ben de dedim:
“Maksadım; o kumandan ya ölecek veya tebdil edilecek, ordu onun tahakkümünden kurtulacak demektir.” (Tarihçe-i Hayat : 404)
TÜRKİYE’DE DİNİ HAYATIN CANLANMASI
“Eğer faraza, lâik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese:
"Senin risalelerin, kuvvetli bir dinî cereyan veriyor, lâdinî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor."
Elcevab: Hükûmetin lâik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi; Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktar-ı cihanda, nerede Türk varsa Müslümandır. Sair anasır-ı İslâmiyenin küçük de olsa yine bir kısmı, İslâmiyet haricindedir.
Böyle pek ciddî ve hakikî dindar ve bin sene kadar Hak dininin kahraman ordusu olarak zemin yüzünde, mefahir-i milliyesini milyonlar menabi-i diniye ile çakan ve kılınçlarının uçlarıyla yazan bu mübarek milleti, "Dini reddeder veya dinsiz olur" diye itham eden yalancı dinsizler ve milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki, Cehennem’in esfel-i safilîn tabakasında ceza görmeye müstehak olurlar.” Tarihçe-i Hayat ( 231 )
BÜTÜN BİR MİLLET VE ORDUNUN ZAFERİ BİR ŞAHSA VERİLEMEZ
Hazreti Üstad, milletin mahiyetine yabancı ve bize ters hataları orduya vermez. Yani toptancılık yapmaz menfi adamları ayırır, zarar veren o “üç dört adam”ı nazara verir. Der ki:
“Bir dehşetli kumandan deha ve zekâvetiyle ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden dehşetli bir zulüm ve hilaf-ı hakikat olmasından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sâbık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumîye dedim:
Gerçi onu hadîslerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise birtek dostun için Kur’anın bayraktarı ve âlem-i İslâm’ın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun." dedim. İnşâallah o müddeî insafa geldi, hatadan kurtuldu.” Tarihçe-i Hayat (565)
Üstad Hazretleri müşahhas bir örnek olarak kendi başından geçmiş bir hadiseyi anlatır:
“Ben Van’da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki:
"Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?" dedim. Dedi:
"Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünki tam imana hizmet ediyorlar."
Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aks-ül amel ile, o da Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi:
"Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd’ü, sâlih bir Türk’e tercih ediyorum." Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki:
Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.” Emirdağ Lahikası-2 (224)
Üstad Hazretleri içimize girmiş olan “Yeis” yani ümitsizlik hastalığını atmamız nisbetinde ilerliyeceğimizi ders verir
“Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş…
Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız. مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah.
Yeis; ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِى بِى hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir.
Hususan Arab gibi nev’-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab’ın metanetinden ders almışlar.
İnşâallah yine Arablar ye’si bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.”
Üstadın İstanbul’a ilk geldiği zamanda meydana gelen 31 Mart 1909 hadisesinde Selanik’den gelen Hareket Ordusunun istibdadına karşı, gerektiğinde gerçekleri haykırmaktan çekinmediğini anlatan şu ifadeleri manidardır:
“Martın otuz birinci günündeki dehşetli hareketi iki üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metâlibi işittim. Fakat, yedi renk süratle çevrilse, yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlablardaki fesâdâtı binden bire indiren ve avâmı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti, mucize gibi muhafaza eden "Lâfz-ı Şeriat" yalnız göründü.
Anladım: İş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi, yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avâm çok, bizim hemşehriler gafil ve safdil. Ben de şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim, Bakırköyüne gittim; tâ beni tanıyanlar karışmasınlar, rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim.
Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu, bu işde pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos’a kadar, tek başıma olsun, Hareket Ordusuna mukabele ederek isbat-ı vücud edecektim; merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu; tahkike lüzum kalmazdı.”
Aynı mektubun devamında askerdeki itaatin ehemmiyeti hakkında der ki:
"Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyyenin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz. Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhîdi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir. Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz." (T:69)
İslam milletlerinin ve mazlumların yanında olması gereken ordunun yıpranmaması lazımdır. Üstad Hazretleri bu meseleye çok önem verir. Askerdeki itaatin bozulmaması ve hususan muvazzaf subayların yıpranmamasını ister. Bilhassa dahili siyasi ihtilaflara karışmaması ve asli görevi olan harici düşmanlara hazır olmasını ister. Hakikaten bir müddet sonra Birinci Dünya Savaşı çıktı, yedi cephede ordu savaşa girdi, vatanı koruma uğruna binlerce şehit verdi. En son Eskişehir meydan muharebesinde, bilhassa muvazzaf subayların fedakârlıklarıyla düşmanı mağlup etti.
(H:44)